2 Ekim 2011 Pazar

Zonguldak'ta Festival İşleri...

Otobüste duyduğum şarkıya kulak verdiğimde önce anlayamadım. Müziği kulağı dolduruyor. Şarkıcının sesi de!.. Zorlanarak anlamaya çalışırken zorlamaya gerek yokmuş dedim. Aynen şöyleydi: “Gözüm kara, gönlüm yara-Oldum rengarengarenk-Bazen her şey sararıp-solar-Biz hep rengarengarenk…” Böyle ezber yapmamın sebebi de, o dönem otobüs, market, park vs. nerde olsam bunun çalması. Tam komedi… “Yara”nın nasıl bir renk olduğunu, “sarı”nın nasıl olmayıp da “kara”nın hem de “rengarengarenk” olduğunu düşünerek-gülmek gibi boşlukta geçen dakikalar armağan ediyorum kendime.

Eh, bu rengârenklikten nereye geçebiliriz şimdi? Evet, şu bizim festival işleri… Aslında hayatımız festivalmiş, farkında mıyız? Gözümüz de kararsa, gönlümüz de yarılsa, sararıp da solsak da, ezilsek de sömürülsek de, kocaman adamların oyununa gelsek de biz hep rengarengarengiz yahu. Hayatımız festival, renk-renk, desen-desen!..

Sadede gelirsek; bir akşam dostlarla akşam gezintisinde koca duvarlara ütülenmiş kocaman afişler görürüz. Festival programı… Olmayacak denmişti, onu geçelim. Bakıyoruz yazarlar-şairler-kitap imzası ve söyleşi… Sonra kanser konulu akademik konferanslar, klasik müzik konseri….vs. Tarih-saat-yerini aklımıza not ediyor, seviniyoruz. İlk gün afişte yazan yere çıkıyoruz. Geç mi kaldık acaba telaşındayken AKM’de in-cin ve top oynama hikâyesi geçiyor aklımızdan. Merkezin işçisini görüp soruyoruz. Fakat “burada öyle bir şey yok. Sizden başka soran da olmadı. Benim bildiğim Konak Otel’de yapılacakmış.” diyor. O şaşkınlıkla inerken merdivenden, yine şaşkınlıkla çıkan dostumuzu görüyoruz. Gelirken ana caddede içerde kitapların dizildiği, camına afişlerin yapıştırıldığı bir dükkânın önünden geçtiğini, buraya koşturduğu için de ne olduğuna fazla bakamadığını söylüyor. Bu kez oraya yönleniyoruz. Afişlere bakıyoruz, yer farklı, tarih farklı, gelenler farklı, o gün de indirimli kitap satışından başka bir etkinlik yok. İlgili kişiye bakarsak; bu program bir ay önceden belliydi, bir haftadır bu afişler asılıydı. Her şey gayet güzeldi, stantlarımıza buyurundu!...

O günün akşamı belediyenin sanal adresinde geziniyorum. Festival programı yazısına tıklıyorum. Program broşürü küçücük puntolarla açılıyor. Eh, büyütüyorum… O ne? Broşür büyüyor, yazı aynı; okumak mümkün değil. Geri gelip Ziynet Sali Konseri’ne tıklıyorum. Kocaman bir afiş dolduruyor ekranı. Ve koca puntoyla yer-tarih-saat…

Velhasıl, bizim festival işleri böyle uzayıp gidiyor. Yazmaya gerek var mıdır acaba, dediğimden olsa gerek -aylar sonra da olsa- yine de bahsetmek lazım, diye düşündüm. Şu, Yoz Kültüre Karşı ZonKişotluk yapan dergide her sene sayfa işgal edeceğine, ucu bucağı olmayan sanal sayfalara bir şeyler söyleme ihtiyacı duydum açıkçası: Elit havalarında olsa da feodal kafayı aşamamış-burjuva bile olamamışlardan beklentimiz mi var? Elbette hayır. Ama gün geçtikçe daha yozlaştırılan kültür-sanat, daha daraltılan günlük yaşam ve daha da bitirilen bir kent var yaşadığımız. Ve ‘alan, sandıkları kadar boş değil’. Zira bu kentin yazanı-çizeni-sorgulayanı-hesap soranı, dahası bu kentin sahipleri var. O sahipler yazdıkça da tarih kaydetmeye devam ediyor

Not: ZonKişot'un 16. sayısı, tam da yaz tatili ve izin günlerine geldiğinden dağıtımı gecikmişti. Bu gecikme ve bazı mazeretlerden dolayı 17. sayı da epey gecikti. Fakat Ekim bitmeden baskıdan çıkmış olacağını zannediyorum. Bu tarih 15 Ekim gibi olabilir. Bu nota neden gereksinim duydum? Bazı okurlarımızın "Dergi çıkmayacak mı acaba?" sorusuna cevap olmak için. Nitekim, sanatçılar düşlerini ürünleriyle anlatmaya devam ediyor, okurlarını da Sezai Sarıoğlu'nun betimlediği gibi "düz okur" değil, "düş-okur" olmaya çağırıyor.